KATEGORİLER
BASINDA BİZ
TV Programları
Radyo Programları
Yazılı Basın
SİZDEN GELENLER
Konuk Defteri
Danışma Hattı
SİTEMİZE ÜYE OL
SİTEMİZİN İSTATİSTİKLERİ
Üye Sayısı : 2390
Ziyaretçi Sayısı : 44767
Online Ziyaretçi : 14
Anasayfa | Özgeçmişim | Eğitimlerim | Danışmanlık Seanslarım | Foto Galeri | İletişim

Psikoterapide İki Yaklaşım

PSİKOTERAPİDE İKİ YAKLAŞIMIN KARŞILAŞTIRILMASI:

"Davranışçı ve Varoluşçu Yaklaşım"

Psikolojik Danışma Gerçeğinin Kısa Tarihçesi

Psikoloji, felsefeden ayrılıp, insan ve hayvan davranışlarını inceleyen müstakil bir bilim dalı olarak 19. yüzyıl sonlarında kendini ortaya koymuştur. Bilimsel bir tutum ve yaklaşım içinde çalışarak kısa sürede önemli bir bilgi birikimi yapmıştır. Psikoloji araştırmaları, insan davranışlarının da kendine has kanunları olduğunu ve bilimsel yaklaşımlarla insan ve hayvan davranışları incelenerek bu kanunların bulunabileceğini ortaya koymuştur. Araştırma ve incelemeler için çeşitli laboratuarlar açılmıştır.

Psikolojik danışma ise, esas itibariyle Amerikan toplumunda doğup şekil kazanmış bir uygulamalı bilim dalı olmuştur. Amerikan toplumuna kaynaklık eden temel ideal ve felsefede, insan olarak kişiye büyük değer verilmiştir. 19. yüzyılın sonlarında Amerikan toplumunda birçok eğitimci, düşünür ve vatandaşlar, okullarda gençlerin, bütün haklarını daha iyi kullanabilecek birer psiko-sosyal varlık olarak ve topluma katkıda bulunacak birer üretici olarak daha iyi yetişmeleri konusuyla yakından ilgilenmeye başlamışlardır. Bunun sonucu olarak, bireysel eğitime, çocukların bio-psiko-sosyal ihtiyaçlarına ve toplumun ihtiyaçlarına dikkat artmıştır. Okul müfredat programlarının kuru bilgilerden kurtarılarak bu esaslara göre hazırlanmasına yönelik çabalar artmıştır. Böylece Amerikan okullarında rehberlik hareketi doğmuştur. Öğrenciyle birey olarak ilgilenen rehberlik hareketinin bir ürünü olarak da psikolojik danışma doğmuştur. Kişinin gelişmesine ve gelişmesini engelleyen problemlerin önlenmesine yardım işi, kişiyle psiko-sosyal bir atmosfer içinde karşı karşıya gelip onunla etkileşimde bulunmayı gerekli kılmaktadır. Bu suretle doğan danışma, toplumda bireylerin ruh sağlığı ile ilgilenmeyi de kapsayacak şekilde gelişip şekillenmiştir.

Amerikada bir okula ilk defa danışman ataması 1898 yılında olmuştur. Rehberlik hareketi, başlangıçta bir meslek rehberliği olarak doğmuştur. Okulu bitirdikten sonra bile gençlerin bir meslek tutmaya hazır olmadıklarını gören birçok eğitimci ve düşünür, gençlerin en uygun mesleği seçerek bu mesleğe hazırlanıp girmeleri konusunda sistemli olarak kafa yormaya başlamışlardır.

Eliweaver, 1906da Meslek Seçme kitabını yayınlamıştır. Rehberlik hareketinin kurucusu olarak bilinen Frank Parsonsun liderliğinde 1908de Boston Meslek bürosu açılmıştır.

Ruh hastalığı geçiren Clifford Beer adlı kişinin yayınladığı The Mind That Found İtself (Kendini Bulan Ruh) kitabı ruh sağlığına dikkati çekmiş ve 1908de Connecticut Ruh Sağlığı Derneği kurulmuştur. Ertesi yıl da Milli Ruh Sağlığı Kongresi yapılmıştır. Bu yıllarda Freudun[1] ABDye gelerek psikanaliz üzerine bir seri konferans vermesi, psikolojik danışma ve psikoterapiye ilgiyi arttırmıştır.

SSCB tarafından Sputnikin uzaya fırlatılması (1957) ABDde rehberlik hareketlerine yeni bir hız getirmiştir. Rusların Amerikalılardan önce uzaya çıkması Amerikan toplumunda bir çeşit telaş yaratmış ve Amerikan hükümetinin okullarda gençlerin yeteneklerine göre daha iyi ve öğretim verilmesi için rehberlik ve danışma programlarına geniş ölçüde yatırım yapmasına yol açmıştır.

Danışma faaliyetlerinin sistematik bir yardım mesleği olarak gelişmesinde 2. Dünya Savaşı da önemli rol oynamıştır. Savaş içinde hastanelerde artan ruh hastaları, savaş nevrozu vakaları, sivil hayattan askeri hayata uyum zorluklarının yarattığı davranış bozuklukları, o zamana kadar hastanelerde sadece test uygulama, teşhis, değerlendirme ve araştırma işleriyle uğraşan klinik psikologların da tedavi ve terapi işlerine girişmelerini gerekli kılmıştır. Terapilerin birçok vakada ilaçla tedaviden daha etkili olduğu görülmüştür.

1960-70 yılları arasında danışma alanında birçok yeni çaba olmuştur. Dikkatler danışmanın rol ve fonksiyonunu daha belirgin hale getirmesine yönelmiştir. Grup terapisine yönelinmiştir. 1960-70 arasında daha çok terapi yönüne kayan psikolojik danışma, son yıllarda tekrar mesleğe yöneltme danışmasına ağırlık verme eğilimi göstermektedir. Danışmanın kapsadığı alan okul ortamından taşmakta, endüstri ve iş organizasyonlarını, evlilik ve aile ilişkilerini, çevre sorunlarını (psikoekoloji), özürlüleri, yaşlıları ve azınlık gruplarını kapsayacak şekilde daha genişlemektedir. Bu kapsam genişlemesine paralel olarak da danışmanın yetiştirilmesi sadece psikoloji bilimi bulgu ve bilgileri ve eğitim-öğretim uygulamalarıyla sınırlı kalmayıp, sosyoloji, antropoloji, siyasal bilimler, ekonomi, iş dünyası gibi daha geniş bir alana yayılmaktadır. Böylece danışma, psikolojiye dayalı fakat disiplinler arası bir uygulamalı bilim dalı olarak ortaya çıkmaktadır. Başlangıç yıllarındaki tedavi edicilik rolüne, önleyicilik rolü ve daha sonraları, öğretici-geliştiricilik rolleri de eklenmiştir.

İngiltere, Fransa ve İskandinav ülkelerinde olduğu gibi Türkiyede de psikolojik danışma, Amerikan toplumundan alınarak başlamıştır.[2] Toplumun kendi bünyesinden ve ihtiyaçlarının yarattığı faktörlerden şekil almıştır. Bu sebeple, Amerikan toplumunun şart ve imkanlarına göre doğup gelişen psikolojik danışmayı, kendi toplumumuzun bünyesine ve ihtiyaçlarına uyarlamadan kullanmak mahzurlu ve zordur. Başka ülkelerdeki uygulama ve gayretler de aynı fikir ve gözlemleri ortaya koymuştur.

PSİKOLOJİK YARDIM İHTİYACI

İnsan eşref-i mahlukattır. İnsana, gelişip büyürken, kendini gerçekleştirirken karşılaştığı ve üstesinden gelemediği engelleri aşmasında yardım etmek gerekir. Her insan sevilmeye, korunmaya, yücelenmeye ve yardıma lâyıktır.

İnsan, canlı bir varlık olarak çevresiyle etkileşim halindedir. Duygular, güdüler, heyecanlar gibi iç uyarıcılar onun biyo-psikolojik yapısını oluşturan iç uyarıcılardır. Sosyal ve fiziksel ortamı oluşturan dış çevre ise maddeler, olaylar, şahıslar olmak üzere birçok uyarıcıyla doludur. İnsan/organizma kendini etkileyen bir uyarıcıya, uygun bulduğu bir davranımda bulunurken aynı zamanda durumu etkiler. Etkin bir öge olarak ortama etki eder. Yani insan çevresiyle sürekli etkileşimde bulunan aktif bir varlıktır.

Kişi bu iç ve dış uyarıcılarla etkileşim oluşumunda bazen uygun seçimi yapmakta güçlüğe uğrayabilir. Bunların bir kısmını kendi bilgi-yetenek ve birikimleriyle çözer. Bazılarının çözümünde ise bir başkasının yardımına ihtiyaç duyabilir.

Zamanımızdaki karmaşık, süratli değişimlere açık toplumlarda kişi böyle bir yardıma daha çok ihtiyaç duyabilir. Teknolojik gelişmeler, kültürlerin yakınlaşması, hayat tarzını ve değer yargılarını değiştirmiştir.

-Türk toplumunda kentleşme hızlanmıştır.

-Aile yapısı değişmiştir.

-Ailede kişilerin sosyal ve ekonomik rolleri değişmiş, rol sınırları belirsizleşmeye başlamıştır. (unisex, feminen giyim/davranış)

-Endüstrileşme, nüfus, tüketim, işsizlik, politik değişmeler bir toplumun üyesi olarak etkili ve verimli bir şekilde yaşamakta, kişiden yeni uyum ve komplex ustalıkları istemektedir.

*

İnsan iç ve dış çevreden gelen bu etkileşimler içinde büyür, olgunlaşır ve gelişir. Çeşitli yönlerden gelen, bazı hallerde birbirleriyle rekabet halinde yarışan, gelişen bu etkenler, onun dünyayı anlamlandırmasına ve amaç kazandırmasına yardım eder veya bunu engeller.

Engellendiği durumlarda, kişide kaygılar, tedirginlikler, gerginlikler, bunalımlar, doyumsuzluklar, şaşkınlık ve kararsızlıklar yetersizlikler, öfke, kin ve hasetler belirmeye başlayabilir.

İnsan dünyadaki yerini bilmek ister. Kimdir? Bu dünyadaki rolü nedir? Hayat nedir? gibi sorulara cevap arayarak büyüyüp gelişme durumundadır.

Ayrıca çoğu zaman kişi algıladığı realiteyi kendisi için gereken açıklık ve sadelikle kavrayamaz. Birinin ona gerçeği basitleştirmesi, yalınlaştırması, anlayabileceği hale getirmesi gerekir. Kişi kendi davranışlarını ve başkalarının tavır ve davranışlarını gerçekçi bir şekilde anlayabilmek, çelişki ve tutarsızlıklarını görebilmek ve çözümler bulmak zorundadır. Şimdiye kadar öğrendiği ve kullanmakta olduğu davranımlar sistemi, onun durumla etkili bir şekilde uğraşmasına yeterli olmadığı zaman, kendi imkan ve kaynaklarıyla çözemediği durumlarda kişi kendinden daha yetkili, tecrübeli ve bilgili birinin yardımına ihtiyaç duyar.

PSİKOLOJİK YARDIM İLİŞKİLERİ

Toplumsal yaşayışta birçok insan birbirine yardım eder. Adres sorana yol gösterme, düşeni tutup kaldırma gibi Ancak psikolojik yardım ile kastedilen başka bir şeydir.

Psikolojik yardım ilişkilerinde nihai hedef, yardım edilen kimsenin kendi imkan ve kaynaklarını en etkin şekilde geliştirmesine yardım ederek, onu karşılaştığı sorunları kendi başına çözebilme gücüne ulaştırmaktır. Buna muktedir olmaya başlayan kişi, hayatından memnun, bütün imkan ve yetenekleri doğrultusunda çalışan, başkalarıyla olan ilişkilerinden daha güvenli ve etkili, kendini bulmuş bir kimse olacaktır. Yardım eden taraf, şahsın kendini gerçekleştirmesine katkıda bulunur. C. Rogers bunu, taraflardan birinin, diğer tarafın büyüyüp gelişmesine, olgunlaşmasına, iyi şekilde fonksiyon göstermesine ve hayatla daha etkili birşekilde uğraşmasına gayret sarfettiği bir ilişki olarak tanımlamıştır.

 

PSİKOTERAPİ (Psychotherapy)

Psikoterapi uygulamalarının insanlık tarihi kadar eski olduğu sanılmaktadır. Eski çağlarda tedavi görevini üstlenen din adamları, şamanlar ve diğer hekim türlerinin uyguladıkları yöntemler, hastalığın gerçek nedenine yönelik fizyolojik müdahalelerden yoksun olmalarına rağmen birçok hastalığın şifa bulmasını sağlayabiliyordu. Tıp tarihi yönünden yapılan değerlendirmelerde eski çağlarda kullanılmış ve günümüzde yaşayan bazı ilkel topluluklar tarafından da kullanılmakta olan bu tür yöntemler, psikoterapi uygulamalarının ilk örnekleri olarak kabul edilirler.

Konuşarak ya da değişik davranış ve düşünce tekniklerini öğretip bunların uygulanmasını denetleyerek yapılan tedaviye Psikoterapi denir. Daha genel bir tanıma göre psikoterapi, akıl hastalıklarının, ruhsal rahatsızlıkların, davranış bozuklukların vb. tedavisi veya semptomlarının hafifletilmesi amacıyla kullanılan her türlü bilişsel, davranışsal yöntemdir. Bugün dünyada psikoterapi adı altında bazıları birbirine benzer, bazıları taban tabana zıt yüzlerce psikoterapi yöntemi uygulanmaktadır. Uygulayıcının kişisel eğilimlerine, yetiştiği ekole ve benimsediği yaklaşıma göre psikoterapi de farklı tanımlar, farklı içerikler kazanmaktadır. Pek çok terapi çeşidi, tekniği ve ekolü vardır. Psikanaliz (psychoanalysis), varoluşçu (existential) terapi, davranış (behaviour) terapisi, gestalt terapi, bilişsel-davranışçı (cognitive-behavioural) terapi, grup terapisi vs.

Bunların en çok kullanılanlarından psikanalizin kısa bir tanımını yapacak olursak, psikanalitik terapi, kişiliğin bilimsel bir gözlemle incelenme yöntemidir. Özellikle dürtüler, güdüler, fantaziler ve düşler gibi kişiliğimizin dinamik yönlerini anlama açısından bir araştırma tekniği ve yöntemidir. Ayrıca psikanaliz, bilimsel bir psikoloji kuramı ve ekolüdür. Bu teknik aracılığıyla elde edilen bilgiler sayesinde bir insanın belirli koşullar altında ve belirli uyaranlara ne tür tepkiler verebileceğinin önceden kestirilmesi mümkün olabilmektedir. Terapide serbest çağrışım tekniği kullanılır. Serbest çağrışım, kişinin aklına gelen her düşünceyi herhangi bir sansür veya bilinçli bir kontrol uygulamaksızın analiste anlatmayı kabullenmesi ve bunu yapmasıdır. Bu, bilinç dışının varlığını anlama ve kanıtlamanın da öncü adımı olmuştur.

Psikanalize kısaca değindikten sonra, bu çalışmamızda diğer iki büyük ekol olan Varoluşçu ve Davranışçı Terapileri inceleyip, benzerlikleri ve farklılıkları açısından değerlendirmeye gayret edeceğiz.

1. VAROLUŞÇU TERAPİ (Existential Therapy)

Varoluşçu terapi, varoluşçuluğu temel alan ve oldukça öznel bir temelde yürütülen bir tür hümanistik psikoterapidir. Geçmişi eşeleme, bilinç dışı çatışmaları su yüzüne çıkarma vb. gibi klasik psikanalitik yaklaşımları da, çevreye uyum sağlama gibi davranışçı yaklaşımları da reddeden, bunun yerine bugünü, bugünün değerlerini, sorunlarını öne çıkaran bu yaklaşımda ölüm, özgürlük, özgür irade, sorumluluk, kimlik, benliğin sınırları, yalnızlık, yaşamın anlamı gibi temel yaşamsal sorunlar tartışılarak hastanın farklı perspektifler kazanmasına ve böylece duygusal veya davranışsal sorunların üstesinden gelmesine yardım edilir.

Varoluşçu psikoterapi bir yöntem değil tutumdur. Temelde felsefedeki fenomenoloji ve egzistansiyalizmden etkilenmiştir. Yeryüzünün çeşitli yerlerinde kendisini varoluşçu olarak nitelendirmediği halde ya da yaklaşımının böyle adlandırıldığını fark etmeksizin bu tutumu benimsemiş birçok terapist olabilir. Çünkü psikoterapide varoluşçu tutum kuramsal bir noktadan hareketle ya da yalnızca eğitimle edinilebilecek bir özellik değildir. Terapistin kişiliğinde belli bir birikim sonucu oluşur ya da oluşmaz. Orta yaşlardan önce ortaya çıkabilmesi oldukça zordur.

Zen öğretisinde de denildiği gibi, Senin içinde büyümedikçe o bilginin sana yararı olmaz.

VAROLUŞSAL BOŞLUK VE ANLAMSIZLIK

Varoluşçuluğun temel meselelerinden olan varoluşsal boşluğu (existential vacuum) Viktor Frankl, yaşamak için bir neden bulamamasının ve bundan ötürü yaşamı sorgulamasının, bireyin ruhunda yarattığı boşluk duygusu olarak tanımlar.

Kişi kendine ve dünyaya inançsız bir biçimde bakar, yönünü bilemez ve yaptığı herşeyin amacını soruşturur. Özgür olduğu zamanlarda ne yapmak istediğini bilemez. Frankle göre sezgilerine yabancılaşmış ve geleneklerini yitirmiş olmak çağdaş insanın temel açmazıdır. Ona yol gösteren sezgileri, zorunlulukları ve gelenekleri yok, kendisi de ne istediğini bilemiyor. O zaman ya başkalarının yaptığını yapıyor ya da başkalarının isteklerine boyun eğiyordur.

Varoluşçu öğretiye göre insan, dünyadaki herşeyin olduğundan başka bir şey de olabileceğini farkettiğinde dünyanın kendisine anlam sunabilmesinin ya da yol gösterebilmesinin mümkün olmadığını anlamaya başlamaktadır. O zaman da yaşamına anlam katma ihtiyacında olan bir insan anlamı olmayan bir dünyada nasıl anlam bulabileceği sorusuyla karşılaşır. Bu çoğu insanın zaman zaman yaşadığı boşluk duygusundan farklı ve oldukça sürekli bir yaşantıdır.

Yaşamının doğa üstü bir örüntü izlediğine ve bu tasarım içinde belirli bir rolü olduğuna inanan insan tabiîdir ki bu konuda fazla bir rahatsızlık yaşamaz. Ama nesnel gerçekliğin soruşturulmakta olduğu teknoloji çağında bu rahatlığı yaşayan insanların sayısı giderek azalmaktadır.

Varoluşçular insan kaygı ve mutsuzluğunun kaynağının, yaşamın anlamının bulunamaması ve varolmama (ölüm) tehdidi olduğunu düşünürler. Varoluşçu terapistlerin özelliği, hastayı olduğu gibi kabul etmeleri ve onların yaşamda anlam ve değer bulma yollarını anlamaya çalışmalarıdır. Varoluşçu terapist, hastanın varolma korkusunu yenmede ve gizil güçlerini ortaya çıkarmada hastaya örnek olarak yardımcı olmaya çalışır. Ortaya konan örnek, yaşamda bir anlam bulmuş ya da hiç olmazsa varolmanın temel anlamsızlığını anlamış ve ölümden korkmayan gerçek bir bireydir. Terapist, hastalarına hem dolaysız hem de empati yoluyla dünyada oluş biçimini iletmeye çalışır.

Bu yaklaşımın temel varsayımı şudur: İnsanlar psikolojik gelişim, büyüme ve sağlıklı denge yönünde davranmaya meyilli olarak doğarlar. Bu eğilime kendini gerçekleştirme (self actualization) veya yalnız gerçekleştirme (actualization) eğilimi adı verilir.

Bu yaklaşımın tedaviler konusundaki ilkelerine geçmeden önce, bu akımın hangi ihtiyaçlardan doğduğunu kısaca gözden geçirmek yararlı olacaktır.

Kimi düşünürlere göre günümüz insanları, çağımıza damgasını vuran bilimsel ve teknolojik gelişmelerden büyülenmiş gibidir. Bu alanlara verilen önem gitgide daha da artmaktadır. Bilimin sağladığı başarılar, kendi yöntemini her alana yaymak için elverişli bir durum yaratmıştır. Nedensellik ve nesnellik gibi doğa bilimlerinin temel varsayımları, insan bilimlerine de aktarılmış, böylece insanî varlık işlevlere, mekanizmalara, elemanlara indirgenir olmuştur.

Doğa bilimlerinin yöntemleriyle ruhsal hastalığın belirtilerini saptamak, davranışları gözlemek, benzerlik gösteren olguları önceden tasarlanmış hastalık türleri içinde toplamak güdülen temel amaç olmuştur. İnsan bilimlerindeki bu nesnelcilik ve doğalcılık (natüralizm) eğilimlerine karşı çıkan ve kendilerine varoluşçu adını veren bir grup düşünür seslerini özellikle 2. Dünya Savaşı sonrası karamsarlık dönemlerinde etkili bir biçimde duyurmaya başlamıştır.

Onlara göre insan, doğadaki öteki cansız ve canlı nesnelerle aynı kategoriye sokularak incelenemez. İnsan bilimlerinin amacı, doğa bilimlerinde olduğu gibi açıklamak değil, anlamak olmalıdır. Bu da ancak özne üzerinde odaklaşmakla mümkün olur. Başka bir deyişle, başkasının yaşadığı duygu ve deneyimlere duygusal katılımda bulunmak, ancak insanî varoluşun gerçekleştiği çerçeveyi anlamak ve keşfetmekle sağlanabilir. Bu görüşe göre, nesnellik kaygısı güden her tür indirgeyicilik insan bilimlerinde ancak yanılsamayı temsil edebilir. Daha önce de belirttiğimiz gibi bugün varoluşçu terapi adı altında birbirinden çok farklı uygulamalara rastlanmaktadır. Çeşitliliklerine rağmen tüm varoluşçu psikoterapilerin ortak yanlarını üç temel çizgide toparlamak mümkündür.

 

1. DANIŞAN-TERAPİST İLİŞKİSİ

Bu ilişkinin gerçek bir eşitliğe dayanan birlikte varolmayı gerektirdiğini ileri süren düşünürler psikanalizn divanını kullanmayı reddederler. Yüzyüze ilişkiye önem verirler. Terapistin kendisini koşulsuz kabul ettiğini göre danışan rahatlıkla kendini açabilir.

2. ANLAMA

Varoluşçu terapistlere göre danışanın dünyasını ve varoluşunu onun özeli içinde anlamak, kavramak gerekir. Danışan yaşadıklarını seansa getirip bunlardan kendisi için anlam çıkarmaya çalışırken, terapist de kişisel yargılarını paranteze almalı, sonuca varma ve açıklama çabasından uzak durmalıdır. Kafasında tanı endişesi olmamalıdır. Bu tutum sayesinde danışan, sevgiye ve saygıya değer, normal bir kişi olduğunu düşünür.

Etkin dinlemeyle danışanın söylediklerini ona yansıtan terapist, danışanın farkına varmadığı, fakat davranışlarında bilinçsiz olarak ifade ettiği duyguları da işin içine katmaya başlar. Bu aşamada terapist danışanı kendisini daha iyi gözlemlemeye, içindeki gerçek duyguları bulup çıkarmaya yöneltir.

3. BENLİĞİ (Ego) YENİDEN EĞİTME

Psikoterapi, ego-dünya ilişkisindeki çarpıklığı hastaya keşfettirir. Bununla birlikte psikoterapi yalnızca bir keşif süreci değildir. Amaç, benlik işlevlerinin arzu edilmeyen belirtilerini (semptom) ortadan kaldırmak değil, egonun kendisini gerçekleştirme yeteneğini yeniden yaratmaktır. Danışan, patolojik sınırlar dışına çıkarak kurban olma gibi pasif bir bilinçten, kişisel yazgısının sorumluluğunu yüklenme biçimindeki aktif bilince doğru gelişmek zorundadır.

Varoluşçu terapistler içinde bu yöne en fazla önem veren Viktor Frankldir. Eklektik çalışmasının yanı sıra kendi geliştirdiği Logoterapi adlı yöntemi de bunlara eklemiştir. Bu yöntemin amacı, danışanda az ya da çok miktarda kaybolmuş olan egonun temel gücünü yani iradeyi geliştirmektir. Frankle göre yaşamında artık anlam göremeyen kişi hastalanır, çünkü insan anlam yokluğunda varolamaz. Sorumluluk logoterapide kilit kavramdır. Bu tür psikoterapi şimdiki zamana verilen anlamın değiştirilebileceği gerçeğini vurgular.

Varoluşçu terapinin başlıca temsilcileri;

Carl Rogers (1957): danışan merkezli terapinin kurucusu,

Fritz Perls (1893-1970): Gestalt terapinin kurucusu

ve Viktor Frankl (1905-1997)dir Logoterapinin kurucusu.

 

2. DAVRANIŞÇI TERAPİ (Behavioural Therapy)

Davranışçı terapilerin temeli, yüzyılımızın ilk yarısındaki bazı deneysel çalışmalara dayanmaktadır. Bunlar laboratuar ortamındaki hayvan deneyleridir. Rus fizyolog İvan Pavlovun klasik ya da tepkisel koşullanma olarak anılan öğrenme türü ile ilgili çalışmaları ABDde psikolog Edward Thorndikeın operant (edimsel) koşullanma ile ilgili çalışmaları davranışçı terapilerin gelişimine öncülük etmiştir. Bu çalışmalarla ortaya konan belirli öğrenme ilkelerinin insan davranışlarını da açıklayabileceği ve bazı uyumsuz davranışların bu ilkeler ışığında değiştirilebileceği düşüncesiyle davranışçı terapiler doğmuştur.

DAVRANIŞÇI TERAPİLER VE ÖĞRENME İLKELERİ

Adından da anlaşılacağı gibi davranış terapileri doğrudan ya da dolaylı olarak gözlenebilen davranışlarla ilgilidir. İki çeşit davranış tanımlanabilir: Açık ya da örtük davranış. Açık davranışlar, yürümek, konuşmak gibi doğrudan gözlemlenebilir olanlarıdır. Örtülü davranışlar ise düşünceler gibi doğrudan gözlemleyemediğimiz davranışlardır. Bunlar ancak dolaylı olarak açık davranışlar ya da bedensel tepkiler aracılığıyla anlaşılabilir. Örneğin gülmek açık bir davranıştır ve örtülü olan hoş duyguların dışa vurumudur. Bazı hoş olmayan duygular kas gerginliği, kalp atım hızındaki artış gibi bedensel tepkilerin ölçülmesiyle anlaşılabilir.

Davranışçı yaklaşıma göre açık ya da örtülü hemen tüm davranışlar öğrenme yoluyla kazanılmış davranışlardır. Dolayısıyla, öğrenme ilkeleri bilinirse bu ilkeler aracılığıyla birçok davranış değiştirilebilir. Davranışçılara göre, kişinin kendisi ya da çevresi için sorun yaratan uyumsuz davranışlar da diğer tüm davranışlar gibi öğrenme yoluyla kazanılmıştır. Aynı ilkeler yardımıyla kişi için sorun yaratan, fakat yapmadan edemediği birçok davranış ortadan kaldırılabilir ya da değiştirilebilir.

Davranışçı terapi birbirinden farklı teknikleri kapsar. Bu tekniklerin altında yatan temel anlayış, belirttiğimiz gibi öğrenme ilke ve süreçlerinin davranış bozukluğunu ortadan kaldırmaya yeteceği varsayımıdır. Semptomların hatalı öğrenmeden ve şartlanmadan kaynaklandığını öne sürer. Şartlanmayı ortadan kaldırma ve yeniden şartlandırma, pekiştirme, yeniden öğrenme, duyarsızlaştrma gibi yöntemlerle bu semptomları ortadan kaldırmayı amaçlar. Teşhise göre değil, kişiye göre tasarlanır. Teorik bağlamda insan ruhunu ve zihnini kara kutu diye nitelendirir ve semptomlara, altta yatan bir hastalığın veya sürecin salt yüzeysel dışavurumları olarak bakan psikanalizin tersine semptomları hastalığın kendisi olarak ele alır, semptomun kendisi üzerine odaklanır. Davranış bozukluğunu, kişinin yaşamında uyumsuz davranışlar kazanmasına yol açan talihsiz şartlanmalar olarak görür ve dolayısıyla söz konusu davranışı düzeltmeye çalışır. Özellikle fobiler ve davranış bozukluklarının tedavisinde kısa sürede başarılı sonuçlar verdiğinden günümüzde tercih edilmektedir. Son zamanlarda bilişsel süreçleri de kullanmaya başlayan davranışçı yaklaşımlara rastlanmaktadır. Örneğin bilişsel-davranışçı terapi (cognitive behavioural therapy) adı verilen tarzı benimseyen psikologlar (Rimm ve Masters, 1979; Rimm ve Lefebvre, 1981; Bandura, Adams, Hardy ve Howell, 1980) bilinçli düşüncenin normaldışı davranışın gelişiminde ve bu davranışın sürdürülmesinde önemli rol oynadığını ileri sürerler.

SORUN DAVRANIŞIN GELİŞİMİ VE TEDAVİSİ

Yukarıda anlatılan ışığında sorun davranışın gelişimini bir asansör fobisi örneğiyle anlatmak yerinde olacaktır. Çalıştığı iş yeri 10. katta olan ve hergün işine ulaşmak için asansöre binmek zorunda olan bir kişi düşünelim. Bu kişi işine giderken birgün uzunca bir süre asansörde kalır. Giderek heyecanlanır, kalbi hızla çarpmaya, terlemeye, titremeye başlar. Midesi bulanır, kusacakmış gibi hisseder, başı döner ve nefesi yetmemeye başlar. Bütün bunlar, asansörden kurtuluncaya dek sürer. Akşam iş dönüşü asansöre binmeden önce hafifçe anksiyetelidir. Tekrar asansörde kalabileceğini ve bütün o korkunç duyguları yeniden yaşayabileceğini düşünür. Bu düşüncelerle asansöre binmeden zaten bir miktar kaygılı olan kişi, asansöre bindikten sonra, dha önce olduğu kadar yoğun olmamakla birlikte aynı korkonç duyguları yeniden yaşar. Böyle birkaç tecrübeden sonra artık asansöre binince başına geleceklerden emindir. Giderek asansöre binmek bir işkence haline gelir ve işi gidiş gelişinde on kat yürümeyi tercih eder. Artık asansöre binme düşüncesi bile dayanılmaz görünmektedir. Başlangıçta asansörden uzak kalmak ve yürümek kendisini rahatlatırken zamanla sıkıntı vermeye başlar. İş yeri dışında kendisine verilen görevlerden yürümek zorunda olduğu için kaçınır. Bu tutumu iş arkadaşları tarafından fark edilir ve çevresini, onu zorla asansöre bindirmek isteyen bir yardımseverler grubu sarar. Her yardım girişimi ve her deneme bir işkence haline gelir. Giderek iş uyumu ve ilişkileri zarar görür, sonunda kişi işini değiştirmeyi düşünmeye başlar. Çünkü asansöre binmek zorunda kalmayacağı bir iş yerinde bütün sıkıntılarından kurtulacağını düşünür. Bu örnekte kişinin başlangıçta yaşadığı bir anksiyete atağıdır. Yaşadığı korkunç duygular ise belirtileridir. Bu belirtilerin hepsi gerçek bir tehlike durumunda organizmanın vereceği doğal tepkilerdir. Yani gerçek bir tehlike sözkonusu olduğunda bunlar koşulsuz tepkilerdir. Hiçbir öğrenme yaşantısı olmadan doğal olarak ortaya çıkarlar. Ancak örneğimizde gerçek bir tehlike sözkonusu değildir ya da kişinin yaşadığı duygular tehlikeyle orantılı değildir. Asansör başlangıçta bu tür tepkilere yol açmayacak nötr bir uyarıcıdır. Ancak bir tecrübe sonunda bu tür nötr uyarıcı belirtileriyle eşleşir ve koşullu uyarıcı haline gelir. Koşullu bir uyarıcıdır çünkü, doğal olarak bu tepkileri uyandırmaz. Asansöre verilen tepkiler ise koşullu tepkilerdir. Çünkü organizma doğal olarak tepki vermeyeceği bir uyarıcıya tepki vermeyi öğrenmiştir. Diğer bir deyişle koşullanmıştır.

Az önce kişinin verdiği tepkilerin tehlike ile orantısız olduğundan söz etmiştik. Peki bu durumda organizma neden tehlike ile orantısız bir tepki verir? Bu aşamada düşünceler devreye girer. Varolan tehlikeler düşünce yoluyla abartılır. Örneğin kişi asansörün düşeceğini ve öleceğini düşünür ya da asansörün içinde havasızlıktan boğulacağını düşünür. Bu durumda kişi tarafından algılanan tehlike gerçek tehlikeden çok daha büyüktür. Organizma bu algılanan tehlikeye tepki verir. Bu durumda kişi yukarıda sıraladığımız çarpıntı, bulantı, terleme gibi belirtileri yaşar. Ancak bu belirtiler gerçek tehlikeyle orantısız olduğundan kişi bu kez bu belirtilerden korkar ve yine devreye düşünceler girer. Çarpıntısı çok fazla olduğu için kalp krizi geçirip öleceğini düşünebilir. Nefesinin yetmediği duygusuyla boğulmak üzere olduğunu düşünebilir. Bu kadar ağır olmasa bile, örneğin kusup ya da bayılıp herkese rezil olacağını düşünebilir. Bütün bu düşünceler, algılanan tehlikeyi artırır. Buna bağlı olarak tepkiler artar ve böylece bir kısır döngü oluşur.

Sonuçta kişi başlangıçta nötr bir uyarıcı olan asansöre binmekten korkar hale gelir. Asansöre binmeyerek kendisi için olumsuz bir dizi uyarıcıdan korunmaktadır. Diğer bir deyişe koşullanma ilkelerine göre belirli bir davranış (asansöre binmemek) sonucunda olumsuz uyarıcılar ortadan kalkmaktadır. Yani olumsuz pekiştirme ilkeleri işlemekte ve asansöre binmeme davranışı pekişmektedir. Bunun sonucunda asansörden belirgin olarak kaçmasıyla kişi fobik olur ve bunu yukarıda kısaca değindiğimiz sosyal sonuçlar izler.

Sorun Davranışın Tedavisi

Davranışçı terapiler, her biri yukarıdaki ilkeler çerçevesinde tasarlanmış farklı yöntemler kümesi olarak tanımlanabilir. Tek ve standart bir tedavi yöntemi değildir. Kişiye ve sorunun niteliğine göre yöntemlerden bazıları seçilir ve uygulanır. Dolayısıyla herbir tedavi farklı bileşime sahip olabilir, hatta yöntemlerde kişiye ve soruna göre bazı değişiklikler yapılabilir. Dolayısıyla davranışçı terapi genel bir yaklaşım adıdır.

Terapide ilk ve en önemli aşama değerlendirme aşamasıdır. Bu aşamada kişinin sorununu oluşturan alandaki tüm davranışları ayrıntısıyla kaydedilir. Kişi hangi davranışları yapmaktan kaçınıyor ya da bunlardan kaçınmak için hangi davranışları yapıyor? Kaçındığı ya da özellikle yaptığı davranışların sonuçları neler? Sorunu sırasında yaşadığı fiziksel belirtiler, bunlara bağlı düşünceleri ve duyguları, değerlendirme aşamasında tüm ayrıntısıyla incelenir ve bunların arasında tedavi sırasında ele alınacak hedef davranışlar kişiyle birlikte belirlenir. Değerlendirme amacıyla kişiye bazı testler uygulanabilir ve kişiden günlük hayatında bazı yazılı kayıtlar tutması istenbilir. Bu kayıtlar çoğunlukla kişinin belirli davranış, düşünce ya da belirtileri yaşadığı anda kaydetmesi şeklindedir.

Tedavide temel ilke sorun davranışı oluşturan üç bileşenden birine ya da birkaçına müdahale etmektir. Bu üç bileşen, davranış, düşünce ve sonuç şeklinde özetlenebilir. Yukarıdaki örneğe bağlı kalarak bu üç öğe şöyle açıklanabilir. Burada davranış, asansörden uzak durma davranışıdır. Düşünce, kişinin asansörde olduğu sırada ürettiği düşünceler ve sonuç ise kişinin asansörde yaşadığı belirtilerdir. Bu üç öğeye müdahale ile tedavi gerçekleştirilir. Örneğin tedavi sırasında davranış ele alınabilir. Kişi asansöre binmekten kaçınmaktadır. Tedavide önce bazı yöntemlerle bu davranış ortadan kaldırılır. Kişi asansöre bindirilir. Bu sırada önceki belirtileri yaşar, ancak yardımla bu belirtilerin zamanla yatışacağını ve düşündüğü sonuçlara yol açmayacağını öğrenir. Diğer yandan kişinin gerçekçi olmayan ve bu nedenle olumsuz sonuçlara yol açan düşünceleri ele alınır. Bu düşünceler danışan ile tartışılır ve yerine gerçekçi düşüncelerin konması sağlanır. Davranış engellenip, düşüncelere müdahale edilirken bazı özel yöntemlerle kişinin belirtilerini nasıl yatıştıracağı öğretilir. Bu üç öğe birbirine bağlı olarak düşünülmelidir. Örneğin kişi olumsuz tepkilerini yani belirtilerini yatıştırabiliyorsa, buna bağlı olarak asansöre binmeme davranışı engellenirse kişi zamanla bu belirtilerin yatışacağını öğrenecek, dolayısıyla belirtiler ve düşünceler değişecektir. Son olarak da kişi düşüncelerini değiştirirse, bu düşüncelerin ortaya çıkardığı belirtiler yatışacak ve dolayısıya asansörden uzak kalma davranışı değişecektir.

DAVRANIŞÇI TERAPİLERİN ORTAK ÖZELLİKLERİ

1-         nbsp;  Davranışçı terapiler, kişinin kendisinin farkında olduğu ve başkaları tarafından gözlenebilir davranışlarıyla ilgilenirler. Bilinç dışı dürtüler, kişilik özellikleri gibi hipotetik süreçlerin davranışçı tedavilerdeki yeri önemsizdir.

2-           Davranışçı terapilerde bilimsel bir yaklaşım izlenir. Terapinin amaçları ve yöntemi önceden belirlenmiştir. Terapinin etkinliği ve sonuçları objektif olarak değerlendirilebilir.

3-           Davranışçı terapiler şimdiki zamana odaklanır. Terapi gören kişinin güncel sorunları ve bunları etkileyen faktörler üzerinde durulur. Bu yönüyle diğer terapilerden oldukça farklıdır.

4-           Terapi sırasında davranışı sürdüren faktörlerle ilgili sürekli bir ölçme ve değerlendirme yer alır. Böylelikle terapi süreci içinde ve sonucunda ortaya çıkan davranış değişmeleri değerlendirilir.

5-           Davranışçı terapilerin eğitici bir yönü vardır. Terapi gören kişi terapi boyunca davranış değişikliklerinin ne şekilde ortaya çıktığının farkındadır. Bir öğrenme süreci yaşar ve yeni beceriler kazanır. Dolayısıyla ilerde karşılaşacağı sorunlarla baş etmede bu becerilerini tekrar kullanabilir.

6-           Davranışçı terapiler, çoğunlukla terapi gören kişinin günlük yaşamında ve özellikle sorunun yer aldığı ortamda uygulanır. Bu özelliği nedeniyle terapi gören kişi öğrendiklerini günlük yaşam ortamlarında çoğu zaman kendi başına uygulamak zorundadır. Dolayısıyla terapi sorumluluğunun büyük bir bölümünü danışan üstlenir.

7-            Davranışçı terapiler eyleme yöneliktir. Sorunların konuşulup tartışılmasından çok, yeni davranışların eyleme dökülmesi önemlidir.

8-           Davranışçı terapilerde kullanılan yöntemler terapinin amaçlarına ve terapi gören kişinin ihtiyaçlarına göre seçilip düzenlenebilir ve gerektiğinde değiştirilebilir.

9-           Çoğu zaman terapinin başında terapist ve danışan arasında bir anlaşma yapılır. Bu anlaşma sırasında terapinin amaçları, bu amaçlara ulaşmak için uygulanacak yöntemler ve terapi görecek kişinin yükümlülükleri açıkça belirtilir.

 

ÖRNEK VAKALARIN KARŞILAŞTIRMALI ANALİZLERİ

Varoluşçu ve davranışçı terapileri ana hatlarıyla ele aldıktan sonra vakalara yaklaşımlarını ve ele alış biçimlerini kısaca inceleyelim.

Murat henüz 19 yaşını yeni doldurmuş bir üniversite öğrencisidir. Lisede bütün derslerinden sürekli pekiyi alan bir öğrenci olduğu halde üniversitede çoğunlukla orta almaktadır. Murat okul yılının sonuna doğru derslere devam etmemeye ve bazı yakın arkadaşlarına kendisinin değersiz bir kişi olduğunu, herkesi hayal kırıklığına uğrattığını söylemeye başlıyor. Birkaç kez intihardan söz ediyor. Bu hayatın yaşamaya değer olmadığını ifade ediyor.

İki örnek daha alalım:

Belkıs 31 yaşında bir ev kadınıdır. Son bir yıldır durup dururken sesler duymaya başlamıştır. Sesler ona Evrensel Parlementoda bir görevi olduğunu ve bu görevi yerine getirmesi gerektiğini söylemektedir. Önce bu seslerden korkmuştur, fakat daha sonra böyle bir evrensel görevi olduğuna inanmıştır. Birgün kocasını kendi evrensel görevini engellemek amacıyla karşı taraf için çalışan bir ajan olmakla ve cinselliği kötüye kullanmakla suçlamaya başlar.

İbrahim 38 yaşındadır ve bir bankada muhasebeci olarak çalışmaktadır. Karısı ilkokul öğretmenidir. İbrahim Bey ve hanımı bir kooperatife üye olarak birkaç yıl bekledikten sonra nihayet bir apartman katına sahip olmuşlardır. İki çocukları vardır ve herkes onların son derece mutlu, örnek bir aile olduğunu düşünmektedir. İbrahim çok konuşmayan, sessiz, sakin, içine dönük bir kimsedir. Sorunları olduğu zaman bu sorunları konuşmaz, içine atar. Sıksık kaygılanır, gelcekle ilgili kuşkuları vardır, ancak bu konuda kimseyle konuşmaz. İbrahim kaygıları bazen günler hatta haftalarca sürer. Kimseye bahsetmediği için herkes onun hiç sorunu yok zanneder ama İbrahimin içi kaygıyla yüklüdür.

DAVRANIŞÇI TERAPİNİN YAKLAŞIMI

Davranışçı psikologlar, normaldışı davranışların, aynen diğer davranışlar gibi öğrenilmiş davranışlar olduğunu savunurlar. Normaldışı davranışların klasik koşullama, edimsel koşullama, sosyal öğrenme kavramlarıyla açıklanabileceğini ifade ederler.

Davranışçı psikologlara göre Muratın lisedeyken en önemli ödülü derslerinden pekiyi notunu almaktı. Şimdi bu pekiştiriciden mahrumdur. Duygusal çöküntü açıklamalarından biri, alışılagelmiş ödüllendirmenin kişinin yaşamında artık bulunmaması şeklindedir. Üniversitede ancal orta ve iyi alabilen Murat bu notları ödüllendirici bulmadığından duygusal çöküntüye düşmektedir.

Davranışçı yaklaşım içinde duygusal çöküntünün bir diğer açıklaması da ödüllendirme sürecinin kişinin denetimi altında olmaması şeklindedir. Belki de Muratın sorunu ne yaparsa yapsın artık pekiyi notunu alamamasından ileri gelmektedir. Bunun sonucu olarak kendisini çaresiz görür ve duygusal çöküntüye girer.

Belkıs büyürken ne zaman bir yanlışlık ve hata olsa, ana-babasının bu hatayı hep başkalarına yüklediğini görmüştür. Belkısın bildiği tek yol budur. Kendi yaşamında olagelen başarısızlıkların, engellenmelerin ve bozulmaların suçunu başkalarına atar. Dışarıdan sesler duymak, başkalarını suçlamak için güzel bir bahane yarattığından, bu kaynağa başvurur ve bu nedenle seslerin varlığına inanır.

İbrahim kaygı nöbetlerinin hiç sebepsiz ortaya çıktığını söyleyecektir, ancak davranışçı terapist bu kaygı nöbetlerinin ortaya çıkmasını sağlayan bazı özel uyarıcılar olduğuna inanır ve bu tür uyarıcıları İbrahimin çevresinde arar. Bu uyarıcılar kendilerini değişik biçimlerde gösterebilir; İbrahim kalabalıktan, yabancı yerlerden ya da kendisini değerlendirecek kişilerin bulunduğu ortamdan kurtulmak çabası içinde olabilir. Büyürken kendisiyle ilgili gerçekçi olmayan yüksek beklentiler geliştirmiş olabilir. Şimdi kendisini başarısız gördüğünden, başarısızlığını saklamak için kişilerle bir araya gelmekten çekinebilir.

Davranışçı yaklaşım sorumluluğun danışana ait olduğunu ve onun ortamında çözüleceğini kabul ettiğinden bu vakalarda danışan da değişmeyi ve düzelmeyi istediği takdirde işbirliğine gidecek ve sorun davranışa yoğunlaşarak onu ortadan kaldırmayı deneyecektir. Daha önce de belirttiğimiz gibi davranışçı terapi sorun davranışı tedavi eder ve davranış ortadan kalktığında tedaviyi amacına ulaşmış kabul eder.

VAROLUŞÇU YAKLAŞIMLAR

Varoluşçu yaklaşıma göre birey arzu ve ihtiyaçlarını tutarlı bir biçimde kendi psikolojik gelişim ve büyüme yönünde ifade etmek ister. Bu ifadeler kendini bazen saldırganlık, bazen cinsellik, bazen de bağımsız olma biçiminde gösterir. Ne var ki böyle ifadeler çoğu kez çocuğun çevresince kabul edilmez ve çocuk değişik biçim ve derecelerde cezalandırılır. Bireyin sağlıklı bir biçimde büyümesinin engellenmesi onun bazı temel ihtiyaç ve arzularını inkar etmesine, onların farkında olma yeteneğini kaybetmesine yol açar.

Varoluşçu yaklaşıma göre Muratın sıkıntısının kaynağı daha derinlerdedir. Murat gerçekte ne istediğinin farkında olmadığı için duygusal çöküntüye uğrar. Gerçek arzu ve ihtiyaçlarını inkar etmeye alıştığından, bir süre sonra onların farkında olma yeteneğini kaybeder. Belki de Murat üniversiteye gitmek istemez, ama inkar onun gerçek isteğinin farkına varmasını engeller. Bu isteğinin farkına varma çabası yerine duygusal çöküntüyü tercih eder, böylece hem gerçek arzusunun farkına varmayı, hem de sevmediği, istemediği üniversite derslerine çalışmayı önlemiş olur.

Belkıs niçin evrensel göreve çağrılır? Belki de yalnız bir ev kadını olmanın ötesinde gönlünün çektiği mesleğiyle ilgili bazı arzuları vardır. Fakat bu arzuları kabul edip farkına varamaz, çünkü başarısızlıktan korkar. Kendinin daha önemli olduğuna inanmak için evrensel bir göreve çağrıldığına inanmaya başlar. Belki de cinsel yönden yetersiz olduğunu düşünür. Böyle bir eksikliğin farkına varmak onu rahatsız edeceğinden, o eksikliği başkalarının, özellikle kocasının kendisine cinsel yönden kötüya kullandığı biçiminde gösterir.

İbrahim şu anda yaptığı işi artık doyurucu bulmaz, ancak yaşlandığını hissettiği için bir meslek değiştirme aşamasında olmadığını düşünür. İşini değiştirme olasılığı ona kaygı verir. Kaygı nöbetleri yüzünden işiyle ilgili derin bilinçlenmeye erişemez ve belki de işiyle ilgili sevmediği bazı faaliyetleri durduramaz.

Varoluşçu yaklaşımla, danışanlara kendilerini gerçekleştirme (self actualization) sürecinde yaşadıkları tıkanıklıkların farkında olmaları ve kendileriyle, hayattan ne istedileriyle ilgili yeni farkındalıklar geliştirmelerine yardımcı olunur.

İKİ YAKLAŞIM ARASINDAKİ BENZERLİK VE FARKLILIKLAR

BENZERLİKLER

Her iki terapi türü de kişinin bugünkü durumunu ele alır ve şimdi ve burada üzerinde çalışır. Psikanalizden farklı olarak, geçmişi eşelemeyi reddeder. Psikanalist gibi kişinin çocukken annesine-babasına ne gibi duygular beslediğiyle, nasıl etkileşim içinde olduğuyla ilgilenmez. Belki şu anda ebeveyniyle olan ilişkisiyle ilgilenir.

Gerek varoluşçu gerekse davranışçı terapi, kişiyi hasta kabul etmez ve ondan hasta diye değil danışan diye bahsederler.

Psikanaliz divanını kullanmayı reddederler. Görüşmeler karşılıklı ve eşit ilişki esasına dayanarak yapılır.

FARKLILIKLAR

Varoluşçuluk kişinin iç uyumunu ve kendisi hakkında farkındalık kazanmasını hedefler. Kişinin hayatını anlamlandırdığı ve kendini gerçekleştirdiği takdirde problemin kendiliğinden hallolacağını ileri sürer. Kişinin yaşam, ölüm, yaşamın anlamı, anlamsızlığı, kimlik, sorumluluk gibi noktalardaki sıkıntılarıyla ilgilenir ve sorumlu davranış temelinde kendini gerçekleştirememenin yattığını düşünürler.        Varoluşçu terapi, felsefedeki varoluşçuluk ve fenomenolojik yaklaşımdan doğmuştur.

Davranışçı terapi ise yüzyılımızın ilk yarısındaki bazı deneysel çalışmalara dayanmaktadır. İnsan davranışının temelinde öğrenmelerin yattığından hareketle, olumsuz davranışların öğrenildiği gibi olumluların da öğrenilebileceğini ve olumsuz davranış değiştirilip yerine olumlusu konulduğunda problemin hallolacağını düşünür. Oysa varoluşçuluk problem davranışın kendisiyle ilgilenmez. İçsel sıkıntıları, kaygıları çözümlemeye odaklanır.

Davranışçı terapi sorunun arka planıyla ilgilenmez. Davranış bozukluğunu ortadan kaldırdığında terapist sorunun çözümlenmiş olduğunu kabul eder. Bu nedenle diğer terapi yaklaşımlarıyla karşılaştırıldığında davranışçı psikologlar sınırlı ve gayet iyi belirlenmiş davranış sorunlarını terapi amacı olarak seçerler. Genel kişilik sorunlarına hiç ilgi göstermezler. Buna karşın varoluşçular da problemli davranışla ilgilenmezler.

Ayrıca davranışçı terapilerde bilimsel bir yaklaşım izlenir. Terapinin amaçları ve yöntemi önceden belirlenmiştir. Terapinin etkinliği ve sonuçları objektif olarak değerlendirilebilir. Varoluşçu terapi ise aslında bir anlama sürecidir ve nesnellik iddiasındaki her yaklaşımı yanılsama olarak kabul eder. İnsanın diğer canlı ve cansız varlıklarla aynı kategoriye sokularak incelenemeyeceğini savunurlar.

Yine varoluşçuluk kuramsal bir noktadan hareketle ya da sadece eğitimle edinilebilecek bir özellik değildir. Terapistin kişiliğinde bir birikim sonucunda oluşur ya da oluşmaz.

Davranışçı yaklaşım ise bilimsel alt yapıya sahip ve konusunda akademik yeterliliği olan psikoterapistler tarafından yapılabilir.

SONUÇ

Her iki terapi yaklaşımı da insanın ruhsal sıkıntılarını hafifletmeye yardımcı olma, hayatın zorlayıcılığı karşısında ortaya çıkan uyum bozukluklarının kişiyi soktuğu bunalımlı durumdan kurtulmasını sağlama hedefini güder. Biri bunu problemli davranışa odaklanıp onu çözerek gerçekleştirirken diğeri, kişinin kendini gerçekleştirmesi ve hayatını anlamlandırmasına yardım ederek sağlamaya çalışır. Kuşkusuz her iki yaklaşım da yıllardır birçok danışan üzerinde başarılı sonuçlar vermiştir ve eklektik çalışanlar da dahil olmak üzere birçok psikoterapist tarafından insanlığın faydasına yönelik olarak kullanılmaktadır.

 

 

BİBLİYOGRAFYA

Arslanoğlu, Kaan. Psikiyatri El Kitabı. Adam yay. 5. bs. 2002

Budak, Selçuk. Psikoloji Sözlüğü. Bilim ve Sanat yay. 2000

Cüceloğlu, Doğan. İnsan ve Davranışı. Remzi ktb. 7. bs. 1997

Geçtan, Engin. Varoluş ve Psikiyatri. Remzi ktb. 6. bs. 1999

Güleç, Cengiz. Psikiyatri ve Psikoterapinin ABCsi. HYB yay. 2003

Morgan, Clifford T. Psikolojiye Giriş. Hacettepe Ünv. Yay. 14. bs. 2000

Tan, Hasan. Psikolojik Yardım İlişkileri, Danışma ve Psikoterapi. MEB yay. 1992

Yalom, Irvin. Aşkın Celladı. Remzi ktb. 11. bs. 2002



[1] 19. yüzyılın sonlarına doğru Freud (1856-1939), nevrozların tedavisinde psikolojik yaklaşımı kullanmaya ve bu yaklaşımla ilgili olarak psikanalitik teoriyi kurmaya başlamıştır. Bu konuda yaptığı yayın ve konferanslar konuya ilgiyi artırmıştır.

[2] Prof. Dr. Hasan Tan, Gerçekte Müslüman-Türk kültürü, psikolojik yardım hizmetleri anlayışına ve uygulamasına yabancı kültür değildir. Ruhsal sıkıntıların psikolojik yollarla tedavisi yaklaşımı, Türk toplumunda çok eskilerden idrak edilmiş ve uygulanmıştır (s. 47) demektedir. Hasan Tan ayrıca, Orta Asyadaki Türk toplumlarından, İslamiyetin beden ve ruh sağlığına verdiği önemden, İbn Sina (980-1037) ve Ebu Bekir Razi (834-932) gibi İslam bilginlerinin tespitlerinden, Selçuklular, Osmanlılar devrindeki ruh hastalarının bakım ve tedavi yöntemlerinden bahsetmekte (s. 47-52) ve; Psikolojik yardım hizmetleri ile ilgili bütün bu anlayış ve tecrübe birikimine rağmen, Türk toplumuna psikolojik danışma ve psikoterapinin girmesi, 2. Dünya Savaşı sonrası Amerika ile başlayan politik, ekonomik ve kültürel ilişkilerimizin etkisiyle olmuştur demek daha doğru olacaktır demektedir. (s. 52)

Facebookta Paylaş    Twitter Paylaş

 Tüm hakları saklıdır.